Çanakkale geçilseydi
Bazı hocaların klasik soruları vardır. Bunlar sıkça çıkar ve talebeye puan kazandırırlar. Mesela orta mektep yıllarında "1. Dünya savaşını hazırlayan sebepleri" sordu durdular.
Elimize kalemi aldık mı uzun uzun Fransız İhtilali'nin getirdiği değişimden, kafalarda beliren hürriyet fikrinden, milli duyguların alevlenmesinden bahseder, faturayı Avusturya Veliahtı'nı öldüren komitacı Sırp'a kesiverirdik.
Elbette bunlar da etkiliydi ama sanırım asıl sebep rant meselesiydi. Almanlar denizlerde de güçlenmiş ve sömürülen topraklara göz dikmişlerdi. Öncelikle (Berlin-Boğaz-Basra) ekseni, bilahare 5B (Baltık-Bükreş-Bosior-Bağdat-Bombay) hattını ele geçirmeye şartlanmışlardı. Böylece dünyayı yöneteceklerine inanıyorlardı. Bunun için ne yapıp yapmalı, Osmanlı'yı yanlarına almalılardı. Bu tavır uzak ülkelerde tek kale maç yapan İngilizleri felaket kızdırdı. Britanya'nın hırslı çocukları Hindistan'ı iyice sahiplenmişlerdi, kaldı ki Şattü'l Arab ve Süveyş'ten vazgeçmiyorlardı. Fransızlar ise (biraz da Ermenilerin hatırına) Suriye ve Güneydoğu Anadolu'ya niyetleniyorlardı. Rusya ayrı bir âlemdi. Bitmez tükenmez insan ve toprak kaynaklarına rağmen sefalet içindeydi. Sıcak denizlere inemedikçe bu böyle sürüp gidecekti. Boğazlar vaat edilince düşünmeden "he" dedi, itilaf devletlerinin yanına geçti.
Üç komitacı işbaşında
Osmanlı İmparatorluğu o günlerde çok bunalımlıydı. Abdülhamid Han hal edilmiş, Beylerbeyi sarayına kapatılmıştı. Yönetime el koyan üçlü çete Enver, Talat ve Cemal paşalar maceracı ve gözü karaydı. Almanlar özellikle Enver Paşa'yı avuçlarının içine almışlardı. Alman kondüktörler İstanbul'a kalkan trenlerin üstüne Berlin-Enverland yazacak kadar küstahlardı.
Talat Paşa idadi (orta mektep) diploması bile alamamış bir postacıydı. Ancak mason olunca önü açıldı. İttihat ve Terakki militanlığı ona Dâhiliye Nazırlığı'nı(İç işleri bakanlığını) getirdi. Ancak o komitacılıktan vazgeçmedi. Rakiplerini katlede katlede yükseldi ki kanlı Babıâli baskını bunlardan biriydi. Cenab Şehabeddin'in ifadesiyle "O'nun, ünlü Bulgar komitacısı Sandasky'e taş çıkartacak kadar habis bir zekası vardı. Ağ ören, tuzak kuran, pusuya yatan, karmanyola çeviren bir hilekârdı."
Cemal Paşa gittiği her yere darağacı kurduran, karışıklıklarda önce Müslümanları astıran, müstehzi/alaycı, kibirli ve zalim biriydi. Ermeni hayranıydı ve bunu saklamazdı. Araplarla aramızı açmak için ne gerekiyorsa onu yaptı.
O günlerde Almanya'nın İstanbul sefiri Baron Van Wangenheim toplantı üstüne toplantı düzenler, nefis Türkçesi ile pembe tablolar çizerdi. "Siz doğudan biz batıdan bastıralım. Hudutlarımız birbirine kavuştuğu zaman bizi kim tutabilir?" derdi. Nitekim Osmanlı ile bir anlaşma imzalamayı becerdi. Buna göre Rusya itilaf devletlerine katılır ve Almanya savaşa sürüklenirse Osmanlılar da harbe gireceklerdi. Anlaşmanın imza edildiği saatlerde Rusya çoktan cephede yerini almış ve Almanya resmen savaş ilan etmişti. Enver Paşa'nın bunu bilmemesi mümkün değildi. Sırf Almanların tatlı hatırı için koca İmparatorluğu maceraya sürüklemek akılla, mantıkla izah edilebilecek bir gaf değildi ama o henüz hayaller âlemindeydi.
Çok geçmedi Goeben ve Breslau adlı iki Alman zırhlısı Cezayir kıyılarındaki Fransız hedeflerini vurdu. İngiliz donanması tarafından takip edildiklerini anlayınca bize sığındılar. İngilizler efendi efendi geldiler ve bu iki geminin karasularımızdan çıkarılmasını istediler. Ancak Enver Paşa bu iki gemiyi satın aldıklarını ilan etti. Aklı sıra Alman gemicilere fes giydirip meseleyi halletti. Midilli ve Yavuz adını alan zırhlıların kumandanı Amiral Souchon bizim safları kolay kandırdı ve Karadeniz'de talim izni çıkardı. Souchon halatları toplar toplamaz Rus limanlarına dayandı. Osmanlı bayrağı çekerek Odessa, Kefe ve Novorossisky'i bombaladı. İki Rus gemisini bir Fransız vapurunu batırdı ki artık savaş kaçınılmazdı.
Hiç yoktan savaş
Avrupa'da kan gövdeyi götüre dursun Osmanlı-Rus savaşı Kafkaslara yayıldı. Doğrusu şu ki başlangıçta Rusya çok zorlandı. İngilizler ve Fransızlar vaat ettikleri silahlan yollayamadılar. Hoş Boğazlar elimizde olduğu sürece de yollayamazlardı. Rusya o kadar ağladı, o kadar ağladı ki Boğazları hedef yaptı.
Churchill, Deniz Lordu Amiral Fisher'in itirazlarına rağmen Çanakkale'ye yüklenilmesini istedi. İkinci bir cephe Osmanlıları Kafkaslar'dan çekecek, hele Boğazlar ele geçerse savaş çabucak bitecekti. İngiliz Harbiye Nazırı(Milli savunma bakanı – Savaş bakanı) Lord Kitchener bu fikri ısrarla destekledi.
İtilaf kuvvetleri Amiral Carden komutasındaki donanma ile Çanakkale açıklarına geldiler ki aralarında dünyanın en gözde zırhlıları vardı. Avustralya ve Yeni Zelanda'dan getirilen askerlerin (Anzakların) yöreye ulaşması ile işaret verildi. 19 Şubat sabahı bombardıman başladı. Çanakkale sahilleri pamuk gibi atıldı. Bu saldırıda donanma birkaç ehemmiyetsiz/önemsiz isabet aldı ama bizim dış tabyalarımız elden çıktı. Sonraki günlerde donanma titizlikle mayın taradı ve yolunu garantiye aldı. Ancak Nusret gemisinin kaptanı Yüzbaşı Hakkı sisli bir gecede akla hayale gelmeyeni yaptı, burunlarının dibine kadar girerek mayın bıraktı. Düşman donanması 18 Mart sabahı tekrar hücuma kalktı. İlk topu atma şerefi Triumph zırhlısına bağışlandı. Ancak Agememnon zırhlısı beklenmedik bir anda yara aldı, İnfexible zırhlısı yanmaya başladı. Amiral de Robeck buna rağmen ilerleme emri verdi ve felaket başladı. Bouvet, İrresistible ve Ocean zırhlıları mayına çarparak battı, infexible karaya oturdu, batmaktan beter oldu. Bu zaferin tek bir mimarı vardı: Yüzbaşı Hakkı!
Anzak-Hint ve Afrikalı
İngilizler ve Fransızlar oldum olası kendi çocuklarına kıyamaz, ateş hattına sömürge ülkelerinden topladıkları gençleri sürerler. Çanakkale'de de öyle olur. Gemilere "Almanlarla savaşacaksınız" diye bindirilen Hint ve Afrika asıllı Müslümanlar sahilde ezan sesi duyunca tutulup kalırlar. O saatten sonra bazı emirleri duymazdan gelirler ve işler aksar.
Çanakkale savaşını önceleri Esat Paşa yönetir, ancak Enver Paşa komutayı Alman Mareşali Liman von Sanders'e verir. Liman Paşa riski sever, düşmanın karaya çıkmasına müsaade eder. Evet böylece İngilizler'e daha fazla zayiat verir ama bizim kayıplarımız da büyük olur. Ölen Türkler onu ne kadar ilgilendirir bilemiyoruz. Zaten o devir savaşları gereğinden fazla kanlıdır. Anadolu'nun gayretkeş çocukları gözlerini kırpmadan dövüşür, süngü takıp makineli tüfeklerin üzerine yürürler. Onlar savaş dendi mi düşman mevzilerine girip gırtlak gırtlağa boğuşmak sanırlar. Ölümden korkmazlar. Soğuk ve açlık da en az mermiler kadar öldürücüdür. İlaç, battaniye yok denecek kadar azdır. Askerlerimiz kum torbalarını bozup elbise yamarlar. Sırf bu yüzden savunmasız kalır, hedef olurlar. Yükselme hırsı ile dikkat çekmek isteyen genç subaylar heyecanlı çıkışlar yapar, gereksiz riskler alırlar. Mesela Seddülbahir çarpışmalarında düşmanın 10 bin, bizim ise 16 bin kaybımız vardır. Halbuki savunan tarafın az zayiat vermesi temel kuraldır. Hele bir ara cepheye gelen Enver Paşa aklı sıra şov yapar. 19 Mayıs günü "düşmanı denize dökmek" için göstere göstere taarruza kalkar. Aç, çıplak kalabalıkları muhkem mevzilerin üstüne salar. O gün İngilizler sadece yüz ölü verirler, biz ise 9 bin yiğidimizi yitiririz. Malzeme kaybı tam bir felakettir. 20 Mayıs günü 4 koca tümen tanınmayacak hale gelmiştir.
Karada kan gövdeyi götüre dursun, denizde güzel şeyler olur. Muavenet-i Millî adındaki küçücük torpidobot koskoca Goliot zırhlısını batırır. Bunun üzerine Amiral Fisher elinde kalan son güçlü gemiyi (Quenn Elizabeth'i) İngiltere'ye yollar. 25 Mayısta Majestic, 26 Mayısta Triumph zırhlısı batırılınca donanma tamamen çekilir.
Bu savaşın en kahredici yanı İngilizler'in tam 400 topu, 15 bin hayvanı ve 140 bin askeri yanı başımızdaki mevzilerden (tek zayiat vermeden) tahliye etmesidir. O mangalda kül bırakmayan Almanlar ayakta uyurlar. Kurmaylarımız düşmanı topluca imha edecekleri "yegane" fırsatı göz göre göre kaçırırlar. Halbuki bazı noktalarda mevziler fısıltıları duyacak kadar yakındır. Hatta zaman zaman nöbetçiler birbirlerine sigara atarlar.
Acabası bol sorular
TEFEKKÜR
Bize yıllardır Çanakkale Zaferi anlatılıyor. Her 18 Mart'ta piyesler, müsamereler düzenliyor, "nasıl yendik ama" havalarına girip gerine gerine geziyoruz. İyi ama kimse çeyrek milyon evladımızın doldurulamayan yerinden bahsetmiyor. Bunların kahir ekseri doktor, mühendis, mimar, baytar, ressam, öğretmendi. Hamidiye ve Sanayii Nefise mekteplerinde (Avrupai bir tedrisatla) yetişen insan gücü yok oldu gitti. Bu saatten sonra cehalet, işsizlik, fakirlik ve gerilik kaçınılmazdı ve öyle de oldu.
Çoğumuz "Çanakkale içinde aynalı çarşı" türküsünü Ege havası sanırız halbuki bu yanık ezgiler Kastomonu'da dillendi. Biliyor musunuz o yıllarda koca şehirde erkek kalmadı. Evleri öylesine feryatlar sardı ki üç ahbap çavuş yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Aldıkları beddualardan mı bilinmez Cemal ve Talat Paşalar gurbet ellerde kurşunlara geldiler. Enver Paşa hâlâ idealist, hâlâ maceraperestti. Bir avuç Buharalı ile Ruslara kafa tutmaya yeltendi. Evet asker gibi ölmesini bildi ama ceremesini Orta asya Türkleri çekti. "Turan" davası eridi bitti.
Savaşın en netameli günlerinde Bulgaristan münferit olarak sulh yaptı ve savaştan az bir kayıpla sıyrıldı. Ama biz sırf "Almanları korumak ve kollamak" uğruna risk üstüne risk aldık. Koca İmparatorluğu bir mirasyedi gibi dağıttık. Sahi Çanakkale'de yenilsek ne olurdu? Acaba savaş daha erken biter miydi? Bu hengameden ordularımızın tamamını kaybetmeden çıkabilir miydik? 1915 de çevrilen donanma birkaç sene sonra İstanbul önlerine demirlemedi mi? Acaba bu kez ödemek zorunda kaldığımız bedel daha mı ağırdı? Azıcık askerimiz, bir miktar silahımız kalsaydı pazarlık şansımız olur muydu? Eğer Çanakkale'de yenilseydik (Almanlar rahat savaşsın diye) Galiçya cephelerinde kırılır mıydık? Enver Paşa zafer sarhoşluğu ile 110 bin çocuğumuzu Allahüekber dağlarına sürüp telef edebilir miydi? Süveyş elimizden çıkar mıydı? Kut-ül Amare bozgununu yaşar mıydık? Irak'ı ve Suriye'yi kaybeder miydik? Peki, Enver Paşa bütün bu muharebelerden zaferle çıksa n'olurdu? Acaba Osmanlı İmparatorluğu Enverli İmparatorluğuna döner miydi? Yeni yeni maceralara koşar mıydık?
İsterseniz başa dönelim. Yetkiler "azıcık" mesuliyet taşıyan birinde olsa bu savaşa girilir miydi? Ölüsü bile dünyanın 4. büyük gücü sayılan koca ordu Enver-Talat-Cemal Paşaların ihtiraslarına alet olmasa ne değişirdi? Bütün dünya birbirini hırpalarken biz diri ve zinde kalabilir miydik? Onyıllar boyunca yetiştirilen kaliteli insan gücüyle muasır medeniyet yakalayabilir miydik? Evet, belki Balkanlar ı ve Ortadoğu'yu elde tutamazdık ama bu bölünme kontrolümüzde olabilir miydi? Acaba Osmanlı İmparatorluğu Türkiye eksenli bir milletler topluluğuna dönebilir miydi? İşlerimize İngiliz parmağı daha az girse, dünya Müslümanları ile aramız yine limonileşir miydi? Böyle kırık dökük Arap devletleri kurulabilir miydi? Petrol gelirleri bazı ailelere peşkeş çekilir miydi? Sadece Kerkük elimizde kalsaydı (ki öz be öz Türk'tür) bu gün bir litre benzine iki milyon lira verir miydik?
Hepsi bir yana 18 Mart'lar da bildik şiirleri tekrar tekrar okumak yerine bu soruların cevabını arasak ne kaybederdik?
Her ne kadar "Tarih tekerrürden ibarettir" deseler de geçen geçti. Bu saatten sonra "belkili" ve "keşkeli" cümleler kurmak hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Ama hadiselere başka pencerelerden bakabilirsek dersler derleyebiliriz. Eh, bu da az kazanç değildir hani.
İrfan Özfatura
Gazeteci Yazar
Elveda...
Çanakkale Savaşları'nda şehit olan Kolağası Mehmet Tevfik Bey'in şahadetinden önce ailesine yazdığı son mektup.
31 Mayıs 1915 Pazartesi
Sevgili Babacığım, Valideciğim.
Arıburnu'nda ilk girdiğim müthiş muhaberede sağ yanımdan ve pantolonumdan kurşun geçti, hamdolsun kurtuldum. Fakat bundan sonra gireceğim muharebelerden kurtulacağıma ümidim olmadığından bir hatıra olarak şu yazılarımı yazıyorum.
Hamdü senâlar olsun Cenâb-ı Hakk'a ki beni bu rütbeye kadar îsal etti. Yine mukadderat-ı ilahiye olarak beni asker yaptı. Siz de ebeveynim olarak dolayısiyle beni vatan ve millete hizmet etmek için ne suretle yetiştirmek mümkün ise öylece yetiştirdiniz. Sebeb-i feyzü refikim ve hayatım oldunuz. Cenâb-ı Hakk'a ve sizlere çok teşekkür ederim.
Şimdiye kadar milletin bana verdiği parayı bugün hak etmek zamanıdır. Vazife-i mukaddese-i vataniyeyi îfaya cehdediyorum. Rütbe-i şehadete suudedersem Cenab-ı Hakk'ın en sevimli kulu olduğuma kanaat edeceğim. Asker olduğum için bu her zaman benim için pek yakındır, sevgili babacığım ve valideciğim. Göz bebeğim olan zevcem Münevver ve oğlum Nezihciğimi evvela Cenab-ı Hakk'ın saniyen sizin himayenize tevdi ediyorum. Onlar hakkında ne mümkün ise lütfen yapınız. Oğlumun talim ve terbiyesine siz de refikamla birlikte lütfen sayediniz. Servetimizin olmadığı malumdur. Mümkün olandan fazla bir şeyi isteyemem, istesem de pek beyhudedir. Refikama hitaben yazdığım melfuf mektubu lütfen kendi eline veriniz. Fakat çok müteessir olacaktır, o teessürü izâle edecek veçhile veriniz. Ağlayacak üzülecek tabi müteselli ediniz. Mukadderat-i İlahiye böyle imiş. Matlubat ve düyunatım hakkında refikam mektubunda lefettiğim deftere ehemmiyet veriniz. Münevver'in hafızasında veyahut kendi defterinde mukayyet düyunat da doğrudur. Münevver'e yazdığım mektubum daha mufassaldır kendisinden sorunuz.
Sevgili baba ve valideciğim. Belki bilmeyerek size karşı birçok kusurlarda bulunmuşumdur. Beni affediniz, hakkınızı helâl ediniz, ruhumu şâd ediniz, işlerimizin tasfiyesinde refikama muavenet ediniz ve muin olunuz.
Sevgili hemşirem Lütfiyeciğim,
Bilirsiniz ki sizi çok severim. Sizin için ve sa'yımın yettiği nispette ne yapmak lazımsa yapmak isterdim. Belki size karşı da kusur etmişimdir, beni affet, mukaderat-ı ilahiye böyle imiş. Hakkını helâl et, ruhumu şâd et, yengeniz Münevver Hanım'la oğlum Nezih'e sen de yardım et. Sizi de Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve himayesine tevdi ediyorum.
Ey akraba ve ehibba cümlenize elveda, cümleniz hakinizi helâl ediniz. Benim tarafımdan cümlenize hakkım helâl olsun. Elveda, elveda cümlenizi Allah'a ısmarladım. Sevgili babacığım ve valideciğim.
Dumansız ateşte pişen aş
1915 yılının ılık Mayıs ayındayız. Savaş bütün şiddeti ile devam ediyor. Gelibolu Yanmadası'nda; düşmanın her koldan saldırısına Mehmetçik tüfeği ile, süngüsüyle, iman dolu göğsüyle karşı koymaya çalışıyor. Cephenin çok gerisinde, Eceabat kasabasının kuzeyinde bulunan Kakma Dağı'nın eteklerinde kazanlar kurulmuş, askerin aşları burada hazırlanıp pişirildikten sonra, kağnı arabaları ile cepheye ulaştırılıyordu.
Evinden barkından ayrılmayan, kıyıda, köşede kalmış birkaç yaşlı kişi de Kilitbahir Köyü'nde oturmaktadır. Köyde iyiliksever, çalışkan, çocukluk çağının getirdiği yaramazlıklarla tanınan Zeynel, henüz 14-15 yaşlarında, şuraya git derler gider. Buraya gel derler gelir, sesini çıkarmaz. Sanki; ağzı var, dili yok. Zeynel'in bir de eşeği var. 0nunla çalı çırpı taşır, ekmek taşır, aş taşır... Yine bir gün; ihtiyar bir ninecik: 'Zeynel, Maytos'a git de karavanadan biraz aş getir yiyelim!' der. Zeynel, şimdiye kadar kim demiş de yapmamış, bu ihtiyar nineciğin sözüne mi hayır diyecek. "ver elini Maydos." demiş.
Bizim Zeynel, köyden Maydos'a gidinceye kadar akşam ezanı da okunmuş, hava da kararmış... 0 hasret sahiplerini ve düşmanların kalbi gibi siyaha bürünen gecenin karanlığına aldırmadan mutfağa zamanında ulaştı. Mutfağın içine dikkatlice baktığı zaman ne görsün! Kazanlar kaynıyor ama!.. Hakikatde çok garip manzara. Aş kazanlarının her birinin başında yaşlı bir asker, ellerinde birer odun parçası, kazanın altına uzatmışlar. Bu odun parçalarından öyle alevler fışkırıyor ki; o kuvvetli ateş karşısında başka birinin durabilmesi mümkün değil!..
İşte dedi: "Onbinlerce kahraman askerin karıncıklarını doyuracak aş!.. Böyle dumansız ateşle pişiriliyor. "
Kazanlar içinde aş, kıvama gelmişti. Aşçıbaşı olduğu halinden belli olan kişi, kazanların başına geçti. Ellerini havaya kaldırıp: "Bârekallah ve berekâtı Kemâlullah" diye duaya başladı. Dua sonunda hep beraber Fatiha suresini okudular. Daha sonra da aşlar karavanalara besmele ile kepçe kepçe dağıtılmaya başlandı. Karavanalar doluyor, kazandaki aş bir türlü bitmiyordu. Bu ne hikmet, bu ne bereket!..
Zeynel kendini tutamadı, mutfağın içine fırladı. Aşcıbaşına doğru ilerledi, dizleri dibine yığıldı. Gözünün yaşı yerleri yıkıyor ve yalvarıyor: "Beni yanınıza alınız. Hizmetkarınız olayım. Ne olur kabul ediniz." Kimsede ses yok. Sonunda konuşmaya başladı aşçıbaşı: "Olmaz genç oğlum, olmaz!" diyor. "Bu yol öyle senin sandığın gibi kolay bir yol değildir. Bir kere bu yola baş koydun mu ölmek var, dönmek yok."
Zeynel kabul edilmedi. Bakracına aşını kattılar, yola koyuldu. Geriye nasıl döndü? Sorarsanız anlatamazdı. Mutfak içinde gördüğü manzara zaman zaman aklına geliyor ve aklı bunu bir türlü kabul etmek istemiyordu ama olayı gerçekten görmemiş miydi? 0 küçücük odun parçasından çıkan alevleri bir daha unutamamıştı. Her aklına geldikçe, bütün vücuduna bir ateştir yayılıyor, içini dışını dağlıyordu.
Gençliğim eyvah
Çanakkale İçinde Vurdular Beni
Ölmeden Mezara Koydular Beni
Of... Gençliğim Eyvah
Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı,
Ana Ben Gidiyom Düşmana Karşı.
Of... Gençliğim Eyvah.
Çanakkale İçinde Bir Uzun Selvi,
Kimimiz Nişanlı Kimimiz Evli.
Of... Gençliğim Eyvah.
Çanakkale Üstünü Duman Bürüdü,
On Üçüncü Fırka Yürüdü. Of...
Gençliğim Eyvah.
Çanakkale İçinde Bir Kırık Testi,
Analar Bacılar Mektubu Kesti.
Of... Gençliğim Eyvah.
Anadolu halkının kahramanlığını destanlaştırdığı savaşlardan biri de Çanakkale cephelerinde olur. Büyük imkansızlık içinde verdiği bu çetin mücadelede, bağımsızlığı için gerektiğinde çok şeyler yapabileceğini bütün Dünyaya bir kez daha anlatmıştır.
Birinci Dünya Savaşı İtilaf Devletleri dediğimiz İngiltere, Fransa ve Rusya ile, ittifak Devletleri dediğimiz Almanya, Avusturya ve İtalya'nın birbirleriyle savaşmasıyla başlar. Almanya'ya saldırabilmesi için Rusya'nın silah ve cephane ihtiyacı vardı.
Bunun için Boğazlar yoluyla Rusya'nın İngiliz ve Fransız kuvvetleriyle birleşmesi gerekiyordu. Oysa ki Osmanlı Devletinin harbe girmesi üzerine Çanakkale Boğazı'nı geçmek için Osmanlı Devleti'ne Çanakkale'de cephe açmaları gerekti. İtilaf Devletlerine ait bir donanma 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazı'nı geçmeye kalkıştı. Burada kahramanca çarpışan Türk kuvvetleri karşısında büyük kayıplar vererek geri çekildi. Bu sefer Gelibolu Yarımadası'nın çeşitli yerlerine kuvvetler çıkararak karadan İstanbul'a yürümeyi denediler. Ancak yapılan sayısız hücumlar Türk süngüsü karşısında eriyip gidiyordu. Son olarak büyük bir taarruzla Gelibolu Yarımadası üzerinden Marmara'ya ulaşmayı denediler. Ansızın yaptıkları bu taarruz da Anafartalar ve Arıburnu bölgelerinde benzeri görülmemiş bir müdafaa ile durduruldu. Türkleri bu cephelerde yenemeyeceklerini anlayan düşman, buraları terk ederek çekilmek mecburiyetinde kaldı.
Yüzbinlerce şehit verdiğimiz bu savaşın bütün Anadolu'da heyecan uyandırması, bu savaşa doğudan, batıdan, kuzeyden, güneyden hâsılı yurdun dört bucağından gönüllü asker gitmesindendir.
DİKKAT! Bu yayınımızı, Facebook, Instagram, WhatsApp ve benzeri Amerikan/Siyonist menşeli ortamlarda paylaşırsanız, arkadaş listenize ya da takipçilerinize gerçekten gösterildiğinden ve taktik surette sansürlenmediğinizden emin olunuz.