Sayfalar

Çanakkale geçilseydi | Akademi Dergisi

çanakkale savaşı, irfan özfatura, osmanlı tarihi, tarih, akademi dergisi, şehitler, mektup, ingilizler, 18 mart, anzaklar, hintler, fransız,


Çanakkale geçilseydi 

Bazı hocaların klasik soruları vardır. Bun­lar sıkça çıkar ve ta­lebeye puan kazandırırlar. Mesela orta mektep yıllarında "1. Dünya savaşını hazırlayan sebeple­ri" sordu durdular.

Elimize kalemi aldık mı uzun uzun Fransız İhtilali'nin getirdiği değişimden, kafa­larda beliren hürriyet fikrinden, milli duyguların alevlenmesin­den bahseder, faturayı Avustur­ya Veliahtı'nı öldüren komitacı Sırp'a kesiverirdik.

Elbette bunlar da etkiliydi ama sanırım asıl sebep rant meselesiydi. Almanlar denizlerde de güçlenmiş ve sömürülen top­raklara göz dikmişlerdi. Önce­likle (Berlin-Boğaz-Basra) ek­seni, bilahare 5B (Baltık-Bükreş-Bosior-Bağdat-Bombay) hattını ele geçirmeye şartlanmışlar­dı. Böylece dünyayı yönetecek­lerine inanıyorlardı. Bunun için ne yapıp yapmalı, Osmanlı'yı yanlarına almalılardı. Bu tavır uzak ülkelerde tek kale maç ya­pan İngilizleri felaket kızdırdı. Britanya'nın hırslı çocukları Hindistan'ı iyice sahiplenmişler­di, kaldı ki Şattü'l Arab ve Sü­veyş'ten vazgeçmiyorlardı. Fransızlar ise (biraz da Ermeni­lerin hatırına) Suriye ve Güney­doğu Anadolu'ya niyetleniyor­lardı. Rusya ayrı bir âlemdi. Bit­mez tükenmez insan ve toprak kaynaklarına rağmen sefalet içindeydi. Sıcak denizlere inemedikçe bu böyle sürüp gide­cekti. Boğazlar vaat edilince dü­şünmeden "he" dedi, itilaf dev­letlerinin yanına geçti.

Üç komitacı işbaşında

Osmanlı İmparatorluğu o günlerde çok bunalımlıydı. Abdülhamid Han hal edilmiş, Bey­lerbeyi sarayına kapatılmıştı. Yönetime el koyan üçlü çete En­ver, Talat ve Cemal paşalar ma­ceracı ve gözü karaydı. Alman­lar özellikle Enver Paşa'yı avuç­larının içine almışlardı. Alman kondüktörler İstanbul'a kalkan trenlerin üstüne Berlin-Enverland yazacak kadar küstahlardı.

Talat Paşa idadi (orta mek­tep) diploması bile alamamış bir postacıydı. Ancak mason olun­ca önü açıldı. İttihat ve Terakki militanlığı ona Dâhiliye Nazırlığı'nı(İç işleri bakanlığını) getirdi. Ancak o komitacı­lıktan vazgeçmedi. Rakiplerini katlede katlede yükseldi ki kan­lı Babıâli baskını bunlardan bi­riydi. Cenab Şehabeddin'in ifa­desiyle "O'nun, ünlü Bulgar komitacısı Sandasky'e taş çı­kartacak kadar habis bir ze­kası vardı. Ağ ören, tuzak ku­ran, pusuya yatan, karmanyo­la çeviren bir hilekârdı."

Cemal Paşa gittiği her yere darağacı kurduran, karışıklıklar­da önce Müslümanları astıran, müstehzi/alaycı, kibirli ve zalim biriy­di. Ermeni hayranıydı ve bunu saklamazdı. Araplarla aramızı açmak için ne gerekiyorsa onu yaptı.

O günlerde Almanya'nın İs­tanbul sefiri Baron Van Wangenheim toplantı üstüne toplan­tı düzenler, nefis Türkçesi ile pembe tablolar çizerdi. "Siz do­ğudan biz batıdan bastıralım. Hudutlarımız birbirine kavuş­tuğu zaman bizi kim tutabi­lir?" derdi. Nitekim Osmanlı ile bir anlaşma imzalamayı becerdi. Buna göre Rusya itilaf devletleri­ne katılır ve Almanya savaşa sü­rüklenirse Osmanlılar da harbe gireceklerdi. Anlaşmanın imza edildiği saatlerde Rusya çoktan cephede yerini almış ve Alman­ya resmen savaş ilan etmişti. En­ver Paşa'nın bunu bilmemesi mümkün değildi. Sırf Almanla­rın tatlı hatırı için koca İmpara­torluğu maceraya sürüklemek akılla, mantıkla izah edilebilecek bir gaf değildi ama o henüz ha­yaller âlemindeydi.

Çok geçmedi Goeben ve Breslau adlı iki Alman zırhlısı Cezayir kıyılarındaki Fransız he­deflerini vurdu. İngiliz donan­ması tarafından takip edildikle­rini anlayınca bize sığındılar. İn­gilizler efendi efendi geldiler ve bu iki geminin karasularımızdan çıkarılmasını istediler. Ancak Enver Paşa bu iki gemiyi satın aldıklarını ilan etti. Aklı sıra Al­man gemicilere fes giydirip me­seleyi halletti. Midilli ve Yavuz adını alan zırhlıların kumandanı Amiral Souchon bizim safları kolay kandırdı ve Karadeniz'de talim izni çıkardı. Souchon ha­latları toplar toplamaz Rus li­manlarına dayandı. Osmanlı bayrağı çekerek Odessa, Kefe ve Novorossisky'i bombaladı. İki Rus gemisini bir Fransız va­purunu batırdı ki artık savaş ka­çınılmazdı.

Hiç yoktan savaş

Avrupa'da kan gövdeyi götüre dursun Osmanlı-Rus savaşı Kafkaslara yayıldı. Doğrusu şu ki başlangıçta Rusya çok zorlan­dı. İngilizler ve Fransızlar vaat ettikleri silahlan yollayamadılar. Hoş Boğazlar elimizde olduğu sürece de yollayamazlardı. Rus­ya o kadar ağladı, o kadar ağladı ki Boğazları hedef yaptı.

Churchill, Deniz Lordu Ami­ral Fisher'in itirazlarına rağmen Çanakkale'ye yüklenilmesini is­tedi. İkinci bir cephe Osmanlıla­rı Kafkaslar'dan çekecek, hele Boğazlar ele geçerse savaş çabu­cak bitecekti. İngiliz Harbiye Nazırı(Milli savunma bakanı – Savaş bakanı) Lord Kitchener bu fikri ısrarla destekledi.

İtilaf kuvvetleri Amiral Carden komutasındaki donanma ile Çanakkale açıklarına geldiler ki aralarında dünyanın en gözde zırhlıları vardı. Avustralya ve Yeni Zelanda'dan getirilen as­kerlerin (Anzakların) yöreye ulaşması ile işaret verildi. 19 Şubat sabahı bombardıman başla­dı. Çanakkale sahilleri pamuk gibi atıldı. Bu saldırıda donanma birkaç ehemmiyetsiz/önemsiz isabet aldı ama bizim dış tabyalarımız el­den çıktı. Sonraki günlerde do­nanma titizlikle mayın taradı ve yolunu garantiye aldı. Ancak Nusret gemisinin kaptanı Yüz­başı Hakkı sisli bir gecede akla hayale gelmeyeni yaptı, burun­larının dibine kadar girerek ma­yın bıraktı. Düşman donanması 18 Mart sabahı tekrar hücuma kalktı. İlk topu atma şerefi Tri­umph zırhlısına bağışlandı. An­cak Agememnon zırhlısı beklen­medik bir anda yara aldı, İnfexible zırhlısı yanmaya başladı. Amiral de Robeck buna rağmen ilerleme emri verdi ve felaket başladı. Bouvet, İrresistible ve Ocean zırhlıları mayına çarpa­rak battı, infexible karaya otur­du, batmaktan beter oldu. Bu zaferin tek bir mimarı vardı: Yüzbaşı Hakkı!

Anzak-Hint ve Afrikalı

İngilizler ve Fransızlar ol­dum olası kendi çocuklarına kı­yamaz, ateş hattına sömürge ül­kelerinden topladıkları gençleri sürerler. Çanakkale'de de öyle olur. Gemilere "Almanlarla sava­şacaksınız" diye bindirilen Hint ve Afrika asıllı Müslümanlar sa­hilde ezan sesi duyunca tutulup kalırlar. O saatten sonra bazı emirleri duymazdan gelirler ve iş­ler aksar.

Çanakkale savaşını önceleri Esat Paşa yönetir, ancak Enver Paşa komutayı Alman Mareşali Liman von Sanders'e verir. Li­man Paşa riski sever, düşmanın karaya çıkmasına müsaade eder. Evet böylece İngilizler'e daha fazla zayiat verir ama bizim ka­yıplarımız da büyük olur. Ölen Türkler onu ne kadar ilgilendirir bilemiyoruz. Zaten o devir sa­vaşları gereğinden fazla kanlıdır. Anadolu'nun gayretkeş çocukla­rı gözlerini kırpmadan dövüşür, süngü takıp makineli tüfeklerin üzerine yürürler. Onlar savaş dendi mi düşman mevzilerine girip gırtlak gırtlağa boğuşmak sanırlar. Ölümden korkmazlar. Soğuk ve açlık da en az mermi­ler kadar öldürücüdür. İlaç, bat­taniye yok denecek kadar azdır. Askerlerimiz kum torbalarını bozup elbise yamarlar. Sırf bu yüzden savunmasız kalır, hedef olurlar. Yükselme hırsı ile dik­kat çekmek isteyen genç subaylar heyecanlı çıkışlar yapar, gereksiz riskler alırlar. Mesela Seddülbahir çarpışmalarında düşmanın 10 bin, bizim ise 16 bin kaybımız vardır. Halbuki savu­nan tarafın az zayiat vermesi te­mel kuraldır. Hele bir ara cephe­ye gelen Enver Paşa aklı sıra şov yapar. 19 Mayıs günü "düşmanı denize dökmek" için göstere göstere taarruza kalkar. Aç, çıp­lak kalabalıkları muhkem mevzi­lerin üstüne salar. O gün İngiliz­ler sadece yüz ölü verirler, biz ise 9 bin yiğidimizi yitiririz. Mal­zeme kaybı tam bir felakettir. 20 Mayıs günü 4 koca tümen tanın­mayacak hale gelmiştir.

Karada kan gövdeyi götüre dursun, denizde güzel şeyler olur. Muavenet-i Millî adındaki küçücük torpidobot koskoca Goliot zırhlısını batırır. Bunun üzerine Amiral Fisher elinde ka­lan son güçlü gemiyi (Quenn Elizabeth'i) İngiltere'ye yollar. 25 Mayısta Majestic, 26 Mayısta Tri­umph zırhlısı batırılınca donan­ma tamamen çekilir.

Bu savaşın en kahredici yanı İngilizler'in tam 400 topu, 15 bin hayvanı ve 140 bin askeri yanı başımızdaki mevzilerden (tek zayiat vermeden) tahliye et­mesidir. O mangalda kül bırak­mayan Almanlar ayakta uyurlar. Kurmaylarımız düşmanı topluca imha edecekleri "yegane" fırsatı göz göre göre kaçırırlar. Halbu­ki bazı noktalarda mevziler fısıl­tıları duyacak kadar yakındır. Hatta zaman zaman nöbetçiler birbirlerine sigara atarlar.

Acabası bol sorular

TEFEKKÜR

Bize yıllardır Çanakkale Zafe­ri anlatılıyor. Her 18 Mart'ta pi­yesler, müsamereler düzenliyor, "nasıl yendik ama" havalarına gi­rip gerine gerine geziyoruz. İyi ama kimse çeyrek milyon evla­dımızın doldurulamayan yerin­den bahsetmiyor. Bunların kahir ekseri doktor, mühendis, mi­mar, baytar, ressam, öğret­mendi. Hamidiye ve Sanayii Nefise mekteple­rinde (Avrupai bir tedri­satla) yetişen insan gücü yok oldu gitti. Bu saatten sonra cehalet, işsizlik, fakirlik ve gerilik kaçınılmazdı ve öyle de oldu.

Çoğumuz "Çanakkale içinde aynalı çarşı" türküsünü Ege havası sanırız halbuki bu ya­nık ezgiler Kastomonu'da dillendi. Biliyor musunuz o yıllarda koca şehirde erkek kalmadı. Ev­leri öylesine feryatlar sardı ki üç ahbap çavuş yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Aldıkları beddua­lardan mı bilinmez Cemal ve Ta­lat Paşalar gurbet ellerde kurşunlara geldiler. Enver Paşa hâlâ idealist, hâlâ maceraperestti. Bir avuç Buharalı ile Ruslara kafa tutmaya yeltendi. Evet asker gi­bi ölmesini bildi ama cere­mesini Orta asya Türk­leri çekti. "Turan" davası eridi bitti.

Sava­şın en netameli günlerinde Bulgaris­tan münferit olarak sulh yap­tı ve savaştan az bir kayıpla sıy­rıldı. Ama biz sırf "Almanları ko­rumak ve kollamak" uğruna risk üstüne risk aldık. Koca İmpara­torluğu bir mirasyedi gibi dağıt­tık. Sahi Çanakkale'de yenilsek ne olurdu? Acaba savaş daha er­ken biter miydi? Bu hengame­den ordularımızın tamamını kay­betmeden çıkabilir miydik? 1915 de çevrilen donanma bir­kaç sene sonra İstanbul önlerine demirlemedi mi? Acaba bu kez ödemek zorunda kaldığımız be­del daha mı ağırdı? Azıcık askeri­miz, bir miktar silahımız kalsay­dı pazarlık şansımız olur muydu? Eğer Çanakkale'de yenilseydik (Alman­lar rahat savaşsın diye) Galiçya cephe­lerinde kırılır mıydık? Enver Paşa zafer sarhoşluğu ile 110 bin çocuğumuzu Allahüekber dağ­larına sürüp telef edebilir miydi? Süveyş elimizden çıkar mıydı? Kut-ül Amare bozgununu yaşar mıydık? Irak'ı ve Suriye'yi kay­beder miydik? Peki, Enver Paşa bütün bu muharebelerden zafer­le çıksa n'olurdu? Acaba Osman­lı İmparatorluğu Enverli İmpara­torluğuna döner miydi? Yeni ye­ni maceralara koşar mıydık?

İsterseniz başa dönelim. Yetkiler "azıcık" mesuliyet taşıyan birinde olsa bu savaşa girilir miydi? Ölüsü bile dünyanın 4. büyük gücü sayı­lan koca ordu Enver-Talat-Cemal Paşaların ihti­raslarına alet olmasa ne değişirdi? Bütün dünya birbirini hırpalarken biz diri ve zinde kalabilir miydik? Onyıllar boyunca yetiştirilen kaliteli in­san gücüyle muasır medeniyet yakalayabilir miydik? Evet, belki Balkanlar ı ve Ortadoğu'yu elde tutamazdık ama bu bölünme kontrolümüz­de olabilir miydi? Acaba Osmanlı İmparatorlu­ğu Türkiye eksenli bir milletler topluluğuna dö­nebilir miydi? İşlerimize İngiliz parmağı daha az girse, dünya Müslümanları ile aramız yine limonileşir miydi? Böyle kırık dökük Arap devletleri kurulabilir miydi? Petrol gelirleri bazı ailelere peşkeş çekilir miydi? Sadece Kerkük elimizde kalsaydı (ki öz be öz Türk'tür) bu gün bir litre benzine iki milyon lira verir miydik?

Hepsi bir yana 18 Mart'lar da bildik şiirleri tekrar tekrar okumak yerine bu soruların ceva­bını arasak ne kaybederdik?

Her ne kadar "Tarih tekerrürden ibarettir" deseler de geçen geçti. Bu saatten sonra "belkili" ve "keşkeli" cümleler kurmak hiçbir şeyi de­ğiştirmeyecek. Ama hadiselere başka pencere­lerden bakabilirsek dersler derleyebiliriz. Eh, bu da az kazanç değildir hani.

İrfan Özfatura

Gazeteci Yazar


Elveda...

Çanakkale Savaşları'nda şehit olan Kolağası Mehmet Tevfik Bey'in şahade­tinden önce ailesine yazdığı son mektup.

31 Mayıs 1915 Pazartesi

Sevgili Babacığım, Valideciğim.

Arıburnu'nda ilk girdiğim müthiş muhaberede sağ yanımdan ve pantolo­numdan kurşun geçti, hamdolsun kur­tuldum. Fakat bundan sonra gireceğim muharebelerden kurtulacağıma ümi­dim olmadığından bir hatıra olarak şu yazılarımı yazıyorum.

Hamdü senâlar olsun Cenâb-ı Hakk'a ki beni bu rütbeye kadar îsal etti. Yine mukadderat-ı ilahiye olarak beni asker yaptı. Siz de ebeveynim ola­rak dolayısiyle beni vatan ve millete hizmet etmek için ne suretle yetiştir­mek mümkün ise öylece yetiştirdiniz. Sebeb-i feyzü refikim ve hayatım oldu­nuz. Cenâb-ı Hakk'a ve sizlere çok te­şekkür ederim.

Şimdiye kadar milletin bana verdiği parayı bugün hak etmek zamanıdır. Vazife-i mukaddese-i vataniyeyi îfaya cehdediyorum. Rütbe-i şehadete suudedersem Cenab-ı Hakk'ın en sevimli ku­lu olduğuma kanaat edeceğim. Asker olduğum için bu her zaman benim için pek yakındır, sevgili babacığım ve vali­deciğim. Göz bebeğim olan zevcem Münevver ve oğlum Nezihciğimi evvela Cenab-ı Hakk'ın saniyen sizin himaye­nize tevdi ediyorum. Onlar hakkında ne mümkün ise lütfen yapınız. Oğlumun talim ve terbiyesine siz de refikamla birlikte lütfen sayediniz. Servetimizin olmadığı malumdur. Mümkün olandan fazla bir şeyi isteyemem, istesem de pek beyhudedir. Refikama hitaben yaz­dığım melfuf mektubu lütfen kendi eli­ne veriniz. Fakat çok müteessir olacak­tır, o teessürü izâle edecek veçhile veri­niz. Ağlayacak üzülecek tabi müteselli ediniz. Mukadderat-i İlahiye böyle imiş. Matlubat ve düyunatım hakkında refikam mektubunda lefettiğim deftere ehemmiyet veriniz. Münevver'in hafı­zasında veyahut kendi defterinde mu­kayyet düyunat da doğrudur. Münev­ver'e yazdığım mektubum daha mufas­saldır kendisinden sorunuz.

Sevgili baba ve valideciğim. Belki bilmeyerek size karşı birçok kusurlar­da bulunmuşumdur. Beni affediniz, hakkınızı helâl ediniz, ruhumu şâd edi­niz, işlerimizin tasfiyesinde refikama muavenet ediniz ve muin olunuz.

Sevgili hemşirem Lütfiyeciğim,

Bilirsiniz ki sizi çok severim. Sizin için ve sa'yımın yettiği nispette ne yap­mak lazımsa yapmak isterdim. Belki si­ze karşı da kusur etmişimdir, beni affet, mukaderat-ı ilahiye böyle imiş. Hakkını helâl et, ruhumu şâd et, yengeniz Mü­nevver Hanım'la oğlum Nezih'e sen de yardım et. Sizi de Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve himayesine tevdi ediyorum.

Ey akraba ve ehibba cümlenize elve­da, cümleniz hakinizi helâl ediniz. Be­nim tarafımdan cümlenize hakkım he­lâl olsun. Elveda, elveda cümlenizi Al­lah'a ısmarladım. Sevgili babacığım ve valideciğim.



Dumansız ateşte pişen aş

1915 yılının ılık Mayıs ayındayız. Savaş bütün şiddeti ile devam ediyor. Gelibolu Yanmadası'nda; düşma­nın her koldan saldırısına Mehmetçik tü­feği ile, süngüsüyle, iman dolu göğsüyle karşı koymaya çalışıyor. Cephenin çok gerisinde, Eceabat kasabasının kuzeyin­de bulunan Kakma Dağı'nın eteklerinde kazanlar kurulmuş, askerin aşları bura­da hazırlanıp pişirildikten sonra, kağnı arabaları ile cepheye ulaştırılıyordu.

Evinden barkından ayrılmayan, kıyı­da, köşede kalmış birkaç yaşlı kişi de Kilitbahir Köyü'nde oturmaktadır. Köy­de iyiliksever, çalışkan, çocukluk çağı­nın getirdiği yaramazlıklarla tanınan Zeynel, henüz 14-15 yaşlarında, şura­ya git derler gider. Buraya gel derler gelir, sesini çıkarmaz. Sanki; ağzı var, dili yok. Zeynel'in bir de eşeği var. 0nunla çalı çırpı taşır, ekmek taşır, aş taşır... Yine bir gün; ihtiyar bir ninecik: 'Zeynel, Maytos'a git de karavanadan biraz aş getir yiyelim!' der. Zeynel, şimdiye kadar kim demiş de yapmamış, bu ihtiyar nineciğin sözüne mi hayır di­yecek. "ver elini Maydos." demiş.

Bizim Zeynel, köyden Maydos'a gi­dinceye kadar akşam ezanı da okun­muş, hava da kararmış... 0 hasret sa­hiplerini ve düşmanların kalbi gibi si­yaha bürünen gecenin karanlığına al­dırmadan mutfağa zamanında ulaştı. Mutfağın içine dikkatlice baktığı za­man ne görsün! Kazanlar kaynıyor ama!.. Hakikatde çok garip manzara. Aş kazanlarının her birinin başında yaşlı bir asker, ellerinde birer odun parçası, kazanın altına uzatmışlar. Bu odun parçalarından öyle alevler fışkırı­yor ki; o kuvvetli ateş karşısında başka birinin durabilmesi mümkün değil!..

İşte dedi: "Onbinlerce kahraman as­kerin karıncıklarını doyuracak aş!.. Böyle dumansız ateşle pişiriliyor. "

Kazanlar içinde aş, kıvama gelmişti. Aşçıbaşı olduğu halinden belli olan ki­şi, kazanların başına geçti. Ellerini ha­vaya kaldırıp: "Bârekallah ve berekâtı Kemâlullah" diye duaya başladı. Dua sonunda hep beraber Fatiha suresini okudular. Daha sonra da aşlar karavana­lara besmele ile kepçe kepçe dağıtıl­maya başlandı. Karavanalar doluyor, kazandaki aş bir türlü bitmiyordu. Bu ne hikmet, bu ne bereket!..

Zeynel kendini tutamadı, mutfağın içine fırladı. Aşcıbaşına doğru ilerledi, dizleri dibine yığıldı. Gözünün yaşı yer­leri yıkıyor ve yalvarıyor: "Beni yanı­nıza alınız. Hizmetkarınız olayım. Ne olur kabul ediniz." Kimsede ses yok. Sonunda konuşmaya başladı aşçıbaşı: "Olmaz genç oğlum, olmaz!" diyor. "Bu yol öyle senin sandığın gibi kolay bir yol değildir. Bir kere bu yola baş koydun mu ölmek var, dönmek yok."

Zeynel kabul edilmedi. Bakracına aşını kattılar, yola koyuldu. Geriye nasıl döndü? Sorarsanız anlatamazdı. Mut­fak içinde gördüğü manzara zaman za­man aklına geliyor ve aklı bunu bir tür­lü kabul etmek istemiyordu ama olayı gerçekten görmemiş miydi? 0 küçücük odun parçasından çıkan alevleri bir da­ha unutamamıştı. Her aklına geldikçe, bütün vücuduna bir ateştir yayılıyor, içini dışını dağlıyordu.


Gençliğim eyvah

Çanakkale İçinde Vurdular Beni
Ölmeden Mezara Koydular Beni
Of... Gençliğim Eyvah

Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı,
Ana Ben Gidiyom Düşmana Karşı.
Of... Gençliğim Eyvah.

Çanakkale İçinde Bir Uzun Selvi,
Kimimiz Nişanlı Kimimiz Evli.
Of... Gençliğim Eyvah.

Çanakkale Üstünü Duman Bürüdü,
On Üçüncü Fırka Yürüdü. Of...
Gençliğim Eyvah.

Çanakkale İçinde Bir Kırık Testi,
Analar Bacılar Mektubu Kesti.
Of... Gençliğim Eyvah.

Anadolu halkının kahramanlı­ğını destanlaştırdığı savaş­lardan biri de Çanakkale cephelerinde olur. Büyük imkansızlık içinde verdiği bu çetin mücadelede, bağımsızlığı için gerektiğinde çok şeyler yapabileceğini bütün Dünyaya bir kez daha anlatmıştır.

Birinci Dünya Savaşı İtilaf Devlet­leri dediğimiz İngiltere, Fransa ve Rusya ile, ittifak Devletleri dediği­miz Almanya, Avusturya ve İtal­ya'nın birbirleriyle savaşmasıyla başlar. Almanya'ya saldırabilmesi için Rusya'nın silah ve cephane ihti­yacı vardı.

Bunun için Boğazlar yo­luyla Rusya'nın İngiliz ve Fransız kuvvetleriyle birleşmesi gerekiyordu. Oysa ki Osmanlı Devletinin harbe girmesi üzerine Çanakkale Boğazı'nı geçmek için Osmanlı Devleti'ne Ça­nakkale'de cephe açmaları gerekti. İtilaf Devletlerine ait bir donanma 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğa­zı'nı geçmeye kalkıştı. Burada kah­ramanca çarpışan Türk kuvvetleri karşısında büyük kayıplar vererek geri çekildi. Bu sefer Gelibolu Yarımadası'nın çeşitli yerlerine kuvvetler çıkararak karadan İstanbul'a yürü­meyi denediler. Ancak yapılan sayı­sız hücumlar Türk süngüsü karşısın­da eriyip gidiyordu. Son olarak bü­yük bir taarruzla Gelibolu Yarıma­dası üzerinden Marmara'ya ulaşma­yı denediler. Ansızın yaptıkları bu ta­arruz da Anafartalar ve Arıburnu bölgelerinde benzeri görülmemiş bir müdafaa ile durduruldu. Türkleri bu cephelerde yenemeyeceklerini anla­yan düşman, buraları terk ederek çekilmek mecburiyetinde kaldı.

Yüzbinlerce şehit verdiğimiz bu savaşın bütün Anadolu'da heyecan uyandırması, bu savaşa doğudan, ba­tıdan, kuzeyden, güneyden hâsılı yurdun dört bucağından gönüllü as­ker gitmesindendir.


DİKKAT! Bu yayınımızı, Facebook, Instagram, WhatsApp ve benzeri Amerikan/Siyonist menşeli ortamlarda paylaşırsanız, arkadaş listenize ya da takipçilerinize gerçekten gösterildiğinden ve taktik surette sansürlenmediğinizden emin olunuz. 

Bu güne değin en çok tıklanılanlar